Hak, adalet ve vicdan ışığında halka adanan bir ömür

Sıra neferi!

Öğrencilik yıllarından sosyalizme uzanan ve evinde uğradığı silahlı saldırı nedeniyle ağır yaralanıp zor günler geçirse de mücadele azminden asla taviz vermeyen Burdurlu sosyalist 70 yaşında ki Avukat Mehmet Öztürk ile konuştuk…

Hasan GÜRAKSU'nun Röportajı

Ülkemizin yanı sıra bölgemizin sol tarihini yazanlar hiçte az değildir. Böylesine sıkışıklığın, çaresizliğin yaşandığı dönemlerde, geçmişimiz bizlere ayna tutar. Bu mücadelenin içinde hayatın her kesiminden kendini halkına adamış birbirinden kıymetli devrimcileri bulmak mümkündür. Kimisi yanı başımızdadır ancak binlerce kilometre mesafe delermiş cesine onları görmez oluruz. Bu kirli puslu hava gözlerimizi kör, aklımızı iğdiş etmemeli, tarihimizi asla unutturmamalı.

Keşke…

İnsanın yaşadıklarıyla yaşı, orantılı artıkça keşkeleri de artıyor…

Olan olduktan, giden gittikten sonra keşkeniz-miz olsa ne yazar?

Tercihiniz-miz olmadığı halde bile daha çok keşkeleriniz-miz olacak.

Keşkeler yanlışlığınız-mız anlamına da gelmemeli.

Daha iyisi de olabilirdi, olmalıydı diye değerlendirilmeli.

Öyle hasretlere bölünüyoruz ki yanı başımızda dediklerimizle aramıza örüleni göremiyor, görsek de anlamlandıramıyoruz.

Ya bir cam duvar, ya hendekler ya da hasletler sarmalanıyor keşkelere.

Bu sayıda yanı başımızdaki kıymetli örneklerden birini konuk ediyoruz; Burdur Barosu Avukatlarından Mehmet Öztürk 1946 Burdur merkez Kapaklı köyünde doğdu. İlkokulu köyünde tamamladıktan sonra önce Burdur Lisesi ve 1969 yılında da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. O gün bu gündür de serbest avukatlık yapmayı sürdürüyor.

-Sol kavramı ile nasıl tanıştınız?

Lise sonlara doğru 'sol' ile tanışmıştım. Üniversiteye başladığım 1965 yılından sonra ilk iki yıl sosyal demokrattım. 1968 yılı üniversitelerde devrimci gençlik eylemleri ve antiemperyalist mücadelenin yükseldiği dönemdi. Daha çok okuyor araştırıyordum ve tercihimi bu hareketlerden yana koyarak sosyalist oldum.1968 yılında Ankara'da ilk boykot ve işgal Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde başladı. Ertesi günü Hukuk Fakültesi'nde yaptığımız toplantı sonunda benimde içinde bulunduğum kalabalık bir gurup fakültede boykot ve işgal kararı aldı. Fakültede önce 'işgal komitesi' oluşturuldu. Benim de içinde bulunduğum bir gurup daha önce kapısının önünden bile geçemediğimiz Fakülte dekanı odasında basın açıklaması yaptık. Boykot ve işgal amaçlarımız ilk başlarda öğrenim sorunlarına yönelikti. Örneğin o tarihe kadar Ankara Hukuk Fakültesi'nde öğrenim dönemi sonunda kura ile 2 ders seçiliyordu. Bu iki dersten en az 6 alan diğer derslerin sınavlarına girebiliyordu. Eleme sınavı denilen bu sınavı geçemeyenler tüm derslerden bütünlemeye kalıyordu. Yaptığımız boykot ve işgal sayesinde bu eleme sınavını kaldırtmayı başardık.

-Amerikan emperyalizmine başkaldırı…

Üniversitelerin boykot ve işgal eylemleri daha sonra çığ gibi büyüdü. Artık ortak amaç öğrenim hakları sınırını çoktan aşmıştı. Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleye dönüşmüştü. Ve öğrenci gençlik eylemleri fabrikalardaki işçi eylemlerine ve topraksız köylülerin ağaya karşı mücadelesine destek vermeye evrildi. Üniversite öğrencilerinin bu mücadelesi kişisel istekleri çoktan aşmıştı. Antiemperyalist mücadele toplumu etkilemeye başlamıştı. Bu ortamı anlatacak küçük bir anımı aktarmak istiyorum.1969 yılında Hukuk Fakültesi son sınıfında iken öğrenim dönemi sonunda yılsonu sınav zamanı fakültede boykot ve işgal eylemleri başlattık. Fakülte giriş kapısında nöbet tutuyordum. Kapıya gelen orta yaşlarda biri derslere devam etmediğini ve yılsonu sınavlarına girmek için geldiğini söyledi. 'Biz boykot yapıyoruz sınav yok' deyince bana kaçıncı sınıfta olduğumu sordu. Bende son sınıfta olduğumu söyleyince 'hiç akıl yok mu sende mezun ol git boykot senin neyine' diye çıkıştı. Ben olayların ve mücadelenin o kadar etkisine girmiştim ki kişisel istekleri bir tarafa bırakmıştım

-Dev-Gençlilik

Üniversite öğrenciliğim dönemimde militan bir Dev-Gençli idim. Hemen hemen bütün eylemlere katılıyordum. Bir defasında bildiri dağıtırken gözaltına alındım ve ifadem alınıp serbest bırakıldım. Bir defasında da 'yerli malı haftasında' yabancı sermayeyi protesto eylemi yapmak için gece vakti Ankara Bahçelievler semtinde eylem yaparken polis baskınına uğradık. Kıl payı yakalanmaktan kurtulmuştum. Bir an önce mezun olmak yerine devrimci mücadele önemliydi benim için. Kredi ve Yurtlar Kurumu'ndan aldığım kredi ile zorunlu ihtiyaçlarımı ancak karşılayabiliyordum. Belirttiğim boykot nedeniyle yapılamayan sınavlar bir müddet sonra yapıldı ve bende mezun oldum. Ama mezuniyet belgesi için ödemem gereken 100 liram olmadığı için fakültenin yardımlaşma sandığından verilen para ile mezuniyet belgemi alabildim.

-Yargıçlık başvurunuz olmuştu galiba…

Burdur'a gelerek avukatlık stajına başlasam da askere gitmek durumunda kaldım. Dönüşte stajımı tamamladım. Avukatlık stajı yaparken bir taraftan da Hakimlik için başvurdum. Bir müddet sonra başvurumun reddedildiği bildirildi. Gerekçesi ilginçti. O zaman Burdur Valisi olan Ömer Naci Bozkurt militan sağcı bir vali olarak biliniyordu. Bu valinin etkisi ile 'ayyaş olduğum ve bu haliyle yargıçlık yapamayacağım' bildirilmişti. Oysa bırakın ayyaş olmayı alkol kullanmıyordum. Gelen yazıya karşı Danıştay'da iptal davası açsam kazanacağım kesindi ama nasıl olsa Hakimlik yapmayacağım avukatlık yapacağım diye dava açmadım.

-Meslek yaşamınızda önemli davalarınız…

Çok kısıtlı ekonomik olanaklarla avukatlık büromu açtıktan sonra daha başından itibaren solcu gençlerin, işçi sendikalarının ve öğretmen örgütü olan Töb-Der'in davalarına bakmaya başladım. Yalnız Burdur'da değil ilçeleri ile Isparta'daki dava ve soruşturmalara da gidiyordum. Bu kadar yoğun iş temposu ile herhalde iyi para kazanmıştır diyenler olabilir. Bu tür soruşturma ve davalarda hemen hemen kimseden para istemedim, verilenlerle yetindim.

-Atatürk'e hakaretle itham edilmişsiniz…

Avukat olarak para kazanmayı değil etkin mücadele yapmaya çalışıyordum. Avukatlığımın birinci yılında 1973 yılında Cumhuriyetin ilanının 50.nci yılında bu günü anmak için Valilik Burdur Cumhuriyet meydanına kurulan Zafer tak'ında aynen '26 Ağustos 1071 Anadolu'yu Türklere kazandıranlar, Alparslan Atatürk. 26 Ağustos 1972 ' yazıyordu. Açıkca görüldüğü gibi Cumhuriyetin 50.nci yıldönümünde 'Cumhuriyet' kelimesi yok. Ve bu pankart ile Vali kendi siyasi görüşüne uygun mesajlar veriyordu. Bu pankarta tepki göstermek istedim ve Cumhuriyetin 50.nci yılı Kutlama Komitesine telgraf gönderdim. Telgrafımda Cumhuriyetin 50.nci yıl kutlaması ile ilgisi olmayan bu pankartın kaldırılmasını talep ettim. Ve sonucu bekliyorum.

Her gün bakıyorum yazı yerinde duruyordu. Bir gün savcılıktan bir tebligat geldi. Başsavcı beni çağırıyordu. Acaba neden çağrıldım diye beklerken, Başsavcı bir yazı gösterdi. Bu Ankara'ya gönderdiğim telgraf metni idi. Başsavcı bana 'bu telgrafı sen mi gönderdin?' dedi. 'Evet, ben gönderdim' dedim. 'Sen bu yazı kaldırılsın diye Atatürk'ün manevi şahsiyetine hakaret etmişsin' dedi. Ben de 'Amacım Atatürk'e hakaret değil, Cumhuriyetin 50.nci yıldönümünde Cumhuriyetin yok sayılmasına tepki gösterdim. Cumhuriyeti savunan herkes öncelikle Atatürk'ü savunur' dedim.

Başsavcı bana 'Hareketlerine dikkat et, Valiyi kastederek birilerinin dikkatini çekiyorsun' diye nasihatta bulundu ve gönderdi. herhalde Başsavcı işin aslını öğrenince soruşturmayı kapatır diye beklerken hakkımda 'Atatürk'ün manevi şahsiyetine hakaret' iddiasıyla Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açıldığına dair tebligat geldi. Mahkeme hakimi demokrat birisi idi. Beraat ettim.

-Valiyle takışmanız…

CHP Gençlik Kolu başkanlığı beni tatmin etmiyordu.1970'lerin yükselen devrimci akımına uyum sağlamak için 'Burdur İlerici Kültür ve Dayanışma Derneği' ni kurduk. Bu dernek faaliyette olduğu birkaç yıl Burdur'da ciddi şekilde ses getirdi. Dernek adına o zamanın çok popüler sanatçılarından Aşık İhsani ve Şah Senem'i konser için Burdur'a getirdik. Aşık İhsani konseri için sinema salonunun yetmeyeceği kesindi. Bunun için kapalı spor salonunun uygun olduğu görülüyordu. Ancak Vali Ömer Naci Bozkurt nedeniyle spor salonunun Aşık İhsani konseri için bize verilmesi de mümkün değildi. Beden Terbiyesi Bölge Müdürü bana 'Spor salonunun kiralanması için Valilik havalesi yapılmış dilekçe ile kira parasını getir sözleşme yapalım' dedi.

Valiliğe hitaben yazdığım dilekçeyi Vali Ömer Naci Bozkurt'a götürecek değilim elbette. Vali Yardımcılarından tanıdığım birisine giderek dilekçeyi havale yapmasını istedim. Vali yardımcısı 'Ben havale yaparım ama Vali beyin haberi var mı?' dedi. Bölge Müdürü ile konuştu mu belirterek, 'Her şey tamam siz havale yapın yeter' dedim. Havale yapılmış dilekçe ile birlikte salon kira parası gerekiyordu. O miktar paranın bende olması mümkün değildi. Töb-Der şubesine gittim. Verdikleri borç parayla salon kiralama sözleşmesini imzaladık ve kocaman konser afişlerini sokaklara ve vitrinlere astım.

Bu sırada sokakta yürürken konser afişi Vali Ömer Naci Bozkurt'un dikkatini çekmiş. İnceleyip Spor salonunun Aşık İhsani konseri için kiralandığını görünce deyim yerindeyse küplere binmiş ve Beden Terbiyesi Bölge Müdürü fırçalayarak 'Salon kiralanmasını iptal edin' demiş. Bölge Müdüründen 'konser günü boks müsabakası olduğundan kira sözleşmesi iptal edilmiştir' diye yazı geldi. Salon kiralanması iptal oldu ama Aşık İhsani konserinden vazgeçecek halimiz yoktu. Sineme salonunu iki gün üst üste kiraladık. Konser günleri Emniyetin provokasyon yaptıracağını tahmin ediyorduk ve konser güvenliğini polise bırakmayarak gençlerle yaptık. Ama Valilik konsere ilgiyi önlemek için çeşitli yollara başvurduğu halde konserleri başarılı şekilde tamamladık. Başka bir günü o zamanların başka popüler sanatçılarından Şah Turna, Mehmet Koç ve Abuzer Karakoç'u getirttik.

-Valiyi şikayetiniz de var…

Bir gün tanıdığım bir İlköğretim müfettişi bana 'Vali Ömer Naci Bozkurt'u İçişleri Bakanlığına şikayet edeceğim. Ama kendi adıma şikayet yapamam. Başkasının da kabul edeceğini sanmıyorum. Senin adına şikayet dilekçesini gönderebilir miyiz?' dedi. Ben de tereddütsüz kabul ettim. Müfettişin hazırladığı dilekçesinde benim tanık olduğum şikayet konuları azınlıkta idi. Ama fark etmezdi yine de imzaladım ve gönderdik. Bir müddet sonra Valilikten çağırıp İçişleri Bakanlığı Başmüfettişinin benim ifademi alacağını söylediler. Müfettiş, 'Bu dilekçeyi sen mi gönderdin?' diye sordu. Ben de aslında başkası hazırlamış okumadan imzaladım diyecek halim yoktu. 'Elbette ben hazırladım ve gönderdim' dedim. İfade verdim. Bu soruşturmadan sonra Vali Ömer Naci Bozkurt, Burdur Valiliğinden alındı ama Ankara Valisi yaptılar. Neyse ki biz kurtulduk hiç değilse diye sevinmiştik.

-Sendikalarla ilişkileriniz

İşçi sendikaları ile ilgim sadece açılmış bulunan davaları takip ile sınırlı kalmıyordu. Sendikasız işçileri sendikalaştırma içinde çaba gösteriyordum. Burdur da bir makarna fabrikasındaki işçilerin sendika üyesi yapılmasına katkıda bulunmuştum. Ancak sendika üyesi olan işçiler işten çıkartılınca işçilerin 'sendika üyesi olduk, işten çıkartıldık' yazılı pankart ile yürüyüş yapmalarına destek olmuştum.

Yalnız Burdur'daki davalarla değil, Isparta'daki davalara da gidiyordum. Bir gün Isparta'da Adliyeden çıktım arabama binecekken Isparta Ülkü Ocakları Başkanı yanıma gelerek yüksek sesle hakaret etti. Fiziki saldırıdan korunmak için kapıları kitleyip bir süre bekledim. Sonra Ülkü Ocakları Başkanı hakkında Savcılığa suç duyurusunda bulundum. Savcılık hemen yakalama kararı çıkarttı. Yakalama yazısını elden Emniyet Müdürlüğüne götürdüm.Yakalanıp tutuklandı. Isparta da da farklı bir olay yaşadım. Adliyeden çıktığımda park ettiğim aracımın iki lastiğinin patlatıldığını gördüm.

-TSİP Burdur örgütünü kurma, gerekçeniz neydi?

Burdur İlerici Kültür ve Dayanışma Derneği sürekli polis gözetiminde idi. Sık sık baskınlar ve gözaltılar yapılıyordu. Bu sırada benim CHP üyeliğim devam ediyordu.1976 yılında olmalı CHP Kongresinde İl Başkanlığına aday olmam için zamanın CHP senatörü ısrar etti. Adaylığı kabul ettiğim taktirde İl Başkanlığım, 1977 yılında yapılan Genel seçimlerde ise Milletvekili olmamda kesindi. Ama ben sosyalist görüşlü bir kişi olarak milletvekili olmak için görüşlerimden taviz vererek CHP den milletvekili seçilmeyi uygun görmedim. Tüm ısrarlara rağmen İl Başkanlığına aday olmadığım gibi CHP'den istifa ederek Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) Burdur örgütünü kurdum

-Siyasi davalardan para almıyorum demiştiniz…

Elbette devrimci gençliğin, işçi sendikalarının davalarını takip etmeyi sürdürüyordum. Para için değil, halkım için devrimci mücadeleyi amaçladığımdan para falan kazanmıyordum. Eşimin ilkokul öğretmeni maaşı ile benim asgari avukatlık ücreti kazancıyla idare ediyorduk. Yine de çevredeki davalara gidip gelmek ve güvenliğim için Murat 124 marka bir otomobil alabilmiştim. 1978 yılında Adalet Partili belediye başkanı zamanında, Burdur Belediyesi işçilerinin DİSK'e bağlı Genel İş Sendikasında örgütlenmesine ve grevine destek verdim. 38 günlük grevden sonra Burdur belediye başkanlığı sendikanın isteklerini kabul edince grev sona erdi. Grev zamanında hemen her gün grev mahallini ziyaret ediyordum. Bir defasında tüm grevci işçileri TSİP İl Binasında toplantıya çağırdım. O dönem işçilerin bırakın sosyalist olmasını CHP'li olanı var mıydı bile inanın emin değilim.

-Eviniz de silahlı saldırıya uğradınız

Ülkede bir taraftan devrimci mücadele yükselirken bir taraftan da mücadeleyi bastırmak için karşı devrimci eylemler giderek artıyordu. Hemen her gün değişik yerlerde saldırılar yapılıyor ve her gün birkaç kişi öldürülüyordu. Burdur'da siyasi amaçlı saldırı yoktu. Ama Burdur'da o dönem Ülkü Ocakların hedeflerinin başında olduğum hissediliyordu. Hiç yerinde durmayan, sürekli hareket halinde olan bir avukatın 'ortadan kaldırılmasının' isteneceği alttan alta konuşuluyordu. Bazı yakınlarım 'sen öldürülecek ilk hedefsin haberin olsun' bile diyerek uyarılar yapıyordu. 1979 yılı 3 Temmuz günü evime her zamanki yolumdan gitmedim. Ertesi günü Gölhisar ilçesinde faşistlerin yaraladığı iki devrimci gencin duruşmasına gidecektim. Ve o zaman yakıt sıkıntısı yaşandığından önceliğimi buna verdim. Arabama akaryakıt almak için gittiğim istasyondan yakıt alarak evime ters yönden gelmiştim. Evimde ailecek dayım ve eşimin ablası ile çocuğu vardı.

Akşam saat 22.00 sıralarında evimin kapı zili çaldı. O zaman 5 yaşında olan kızım kapıyı açtığında kapıya gelen kişi 'Avukat Mehmet Öztürk var mı?' diyor. Eşim kapıya vardığında daha önce hiç görmediği bir kişi de aynı şeyi söyleyince eşim 'Birisi seninle konuşmak istiyor' diye içeri seslendi.

Kapı dışında hiç tanımadığım tahminen 22 yaşlarında Doğu Anadolu şivesi ile konuşan biri 'Beni Adana'dan partiden gönderdiler sana verilecek emanet vardı. Parti binası kapalıymış yanında bulunan bir kahveye gittiğimde birisi sana vereceğim emaneti elimden aldı gidip onu alalım' dedi.

Bu kişinin söyledikleri mantıklı ve inandırıcı değildi. Söylediklerinin doğruluğunu test etmek için gittiğini söylediği parti binasının yanındaki kahvehane ile ilgili sorular sorduğumda bocaladı. Bunun aslında parti binasına falan gitmediği anlaşıldı. Son olarak 'Getirdiğin emanet neydi?' diye sorunca 'silah'tı dedi. O anda kimsenin bana silah göndermeyeceği açıktı.

Gelen kişiyi savmak amacıyla 'tamam ben üstümü değiştirip geleyim' diyerek açık bulunan kapıya yöneldiğimde çok seri şekilde tabancasını çekip çok yakın mesafeden başıma ateş etti. Gözlerimin karardığını ve evin kapı girişine yere yığılıp kaldığımı hatırlıyorum. Kurşunun üst dudağımın üzerinden girip sağ kulağımın arkasından çıkmış. Sonra dan öğrendiğime göre eşim bağırarak saldırganın arkasından koşuyor ama saldırgan kaçıyor. Evde bulunan dayım eczacı kalfası idi tecrübesi ile yoğun kan akışını önlemek için kurşunun çıktığı yere tampon yaparak kan akışını durduruyor.

Ambulans gelmedi

Evde bulunanlar panik halinde. Hastaneden telefonla çağrılan ambulans gelmeyince bizimkiler telaş içinde korkuyla araç bulmaya çalışıyor. Bu sırada bir üst katta oturan astsubay emeklisi yoğun kanı ve benim yerde baygın şekilde yattığımı görünce; 'Dokunmayın kan kaybından ölmüş' diyor. İki kat üstümüzde oturan komşu hemen benim arabamın anahtarını alarak arabamı çalıştırıyor. Beni kan revan içinde kucaklayarak arabaya taşıyorlar. Arabamı kullanan komşu heyecandan arabanın farlarını bile yakamadan hastaneye yetiştiriyorlar. Hastane acil serviste iken bir ara gözümü açtığımda kurşunla sağ çene kemiğimin kırılması nedeniyle konuşamadığım ve işitme sinirlerinin tahrip olması nedeniyle işitmediğim anlaşılınca bana orada bulunan polis şefi bir kağıda 'seni vuran kimdi sana ne söyledi' diye yazarak uzattı. Bende altına 'vuranı tanımıyorum, hareketlerinden şüphelenince savmak istedim tabancasını çıkartarak vurdu' diye yazdıktan sonra tekrar bayılmışım.

Burdur Devlet Hastanesinde beyin cerrahı olmadığı için ertesi sabah ambulansla Ankara'ya Hacettepe Üniversite hastanesine götürmüşler. Orada 2-3 gün kaldıktan sonra Ankara Tıp Fakültesi Hastanesine götürdüler. Profesör kırık sağ çene kemiğini kaynaştırarak 20 gün süreyle çenemi oynatmamamı söyleyerek taburcu ettiler. Bu şekilde Burdur'a döndüm 20 gün süreyle sadece yazışmayla haberleştim. Yazışmalar yaptığım bloknotları saklıyorum.20 gün süreyle ağzımı açmamam istendiği için çubukla sıvı gıdalar içerek beslendim. Zaten Avukatlıktan para kazanmazken birde üstelik bu kurşunlama nedeniyle hayat benim için tam anlamıyla kabusa dönüştü. Zamanla kurşunlanmanın etkisi biraz geride kalsa da yüzümün sağ tarafındaki sinirler kurşunla kesildiği için yüzümün sağ kısmında kalıcı yüz felci ve işitme cihazı ile güç bela hayata tutunmaya başladım. Artık fiilen Avukatlığım sona ermişti. Eşimin öğretmen maaşı ile yetinmeye çalışıyordum ama yinede çok zorlanıyordum.

Avukat arkadaşlardan bir defasında da Töb-Der üyesi öğretmenlerin yaptığı bağışları çok ama çok zorlanarak almak zorunda kaldım. Daha önce deyim yerindeyse 'civa gibi' sürekli hareket halindeyken bu hale düşmem beni moral olarak da çökertmişti. İl Başkanı olduğum TSİP 'in aracılığıyla belki tedavi olunur, olmazsa da moral olur diye 6 gün kaldığım Sofya'ya gittim. Misafir olarak gittiğim Sofya'da itibar gördüm. Ama benim gerek yüz felcimin gerekse sinirsel nedenle işitme kaybımın tıbbi tedavisi olmadığı için yapacak bir şey yoktu.

-12 Eylül'ü polisten öğrendim

Güçlükle ayakta durmaya devam ederken ve çok kısıtlı şekilde Avukatlık yaparken 12 Eylül 1980 gecesi sabaha doğru yaralanmadan sonra bana tahsis edilen koruma polisinin telefonla haber vermesi ile darbe olduğunu öğrendik. Yoğun terörün mağduru olarak hayata tutunmaya çalışırken terörü önlemek amacıyla yapıldığı iddia edilen darbenin ilk hedeflerinden birisinin ben olacağım da belli idi. Eşime birazdan beni götürmeye gelirler diye bundan sonra ne yapabiliriz diye konuşmaya başladık. Gözaltına gidince daha iyisine gerek yok diye sıradan giysilerimi giyerek ve günlük sakal tıraşı olmayarak beklemeye başladım. Balkonda çay içerken eşim 'geldiler' diye haber verdi. Kim geldiği belli idi. Askerlerle ile polisler beni götürmeye gelmişti. Bu şekilde askeri birlikte gözaltı sürecim başladı. Daha sonra öğrendiğime göre evime ikinci defa arama yapmak için gelen polis ve Jandarma evimde kitaplık dolusu sol kitaptan bir kısmını çuvallara doldurarak götürmüş. Bu sırada polis eşime 'senide götüreceğiz hazırlan' deyince tam o günlerde ilkokula başlayacak olan kızım ağlamaya başlamış. Eşim bunlar beni de götürürse kim bilir ne zaman serbest bırakır belli olmaz diye düşünerek henüz daha okula bile başlamamış kızımıza 'okumayı öğren mektuplaşırız' demiş neyse ki eşimi götürmemişler.

Solcu Üsteğmen

Askeri birlikte bir ay süreyle gözaltında kaldık. Gözaltında daha önce bana kurşun sıkan Ülkü Ocaklı ve MHP'lilerle birlikte odalara doldurdular. Gözaltında iken hemen yerde olduğu gibi işkenceler bizi bekliyordu. Ama bu konuda şanslı olur mu denebilir belki ama benim şansım varmış. Jandarmanın sorgulama yetkilisi olan Üsteğmen meğer solcu imiş. Birlikte olduğumuz MHP'liler ve benim gibi Avukat olan MHP İl Başkanı ile yardımcısına işkence yapıldığı halde bana işkence yapılmadı. Benden önce işkence ile sorgulanan sağcıların ardından sırası gelinceye kadar işkence görmeyeceğimi bilmiyordum. Sorgu odasında üsteğmenin karşısına çıktığımda işkence yapılmayacağı anlaşıldı. Kısa bir süre önce başımdan kurşunlanmamın travmasının etkisi devam ederken birde işkence görmek beni nasıl etkilerdi bilemiyorum.

Bir aylık gözaltı süresi sonunda mahkemeye sevk edildim. Parti binasında yasak yayın bulundurduğum gerekçesiyle tutuklandım. Tutukluluğum ilk gecesi tecrit denilen hücrede kaldıktan sonra hepside ağır hapis ya da idam cezası istenilen tutukluların bulunduğu koğuşa götürdüler.1,5 ay sonraki ilk duruşmada tahliye edildim. Bu tutuklanmamın bende şöyle bir etkisi oldu. Saldırıya uğrayarak yüz felci ve işitme kaybı ile ayakta durmakta zorlanırken,12 Eylül darbesi ile gözaltına alınarak tutuklanmam üzerine demek ki benim işim bitmemiş diye düşünmeye başladım. Bu gözaltı ve tutuklanma bende doping etkisi yaptı. Cezaevinden çıktıktan sonra artık severek mesleğim avukatlığı yapmaya karar verdim. Ancak 12 Eylül darbesi nedeniyle bırakın işi sokakta selam verecek kimse bulamıyordum. Tek dayanağım uzmanı olduğum konuda toplu iş davaları ile hayatı idame ettirmeye devam ettim.

-CHP İl Başkanlığı döneminiz

Giderek politik ortam normalleşmeye başlamıştı. Partiler kurulmaya başladığında önce SODEP sonra da tekrar açılan CHP'ye üye oldum. Kafamdaki politik istek ve bilinç aynen devam ettiği halde doğal olarak yüz felci ve esas olarak işitme cihazı ile duyabilen bir avukat görüntüsü ister istemez beni sanki ikinci sınıf vatandaş gibi göstermeye başladı. Ya da ben böyle algılama başladım. Bu sırada CHP'nin seçim barajını aşamadığı 1996 yılında olmalı mevcut CHP İl başkanı istifa etti. CHP'nin iktidar olması bir tarafa Mecliste bile olmadığı dönemde kimse İl başkanı olmak istemezken ben istedim. Başka istekli de çıkmayınca İl başkanı olarak atandım..O günkü koşullarda hayli etkili bir dönem yaşadık. Zamanın CHP'li belediye başkanı benimle gereksiz atışmaya başladı. Onun yoğun etkisi ile istifa ettiğim varsayılarak 1,5 yıllık başkanlık görevimden uzaklaştırdılar. Yapılan kabul edilebilir bir davranış değildi. Yinede partiden istifa etmedim.Ve elimden geldiğince politik mücadeleye katkı koymaya devam ediyorum. Bir dönem CHP Kurultay delegesi oldum. İki defa 24 Ocak Uğur Mumcu anmasında salonda konuşmacı oldum.

-Peki bu gün durum…

Şu anda ise; çağdaşlıktan uzak, Osmanlı İmparatorluğu hayalini kuran, insan hakları kavramının geçersiz sayıldığı, demokrasinin temeli olan basın özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü ile hukuk devleti kavramlarının yok olduğu, hem komşu ülkelerle hem de ülke içinde barışın ve demokrasinin temel kavramlarının mevcut olmadığı cemaate bağlı yargı tasfiye edilirken, daha beter iktidara bağlı yargının egemen olduğu, 13 yıllık AKP iktidarının devam etmesini kaygı verici olarak görüyorum. Her türlü olumsuzlukları üzerinde taşıyan AKP iktidarının nasıl olup ta 13 yıldır iktidarda olduğu daha da ötesi yüzde 50 oy oranını koruması karşısında muhalefetin yetersiz ve etkisiz olduğu da tartışmasızdır diye düşünüyorum. Bu konuda CHP'nin politik mücadele tarzını değiştirmesi, gündem yaratacak ve güven verecek söylemler yaratması gerektiğini düşünüyorum.